21yüzyılda devletlerin gücü, sahip oldukları toprak, ordu veya sanayi kadar, yönettikleri ve koruyabildikleri veriyle ölçülüyor. Türkiye, bu yeni paradigmaya hızlı bir adaptasyon gösterdi. gündelik hayattan devlet yönetimine kadar hemen her süreci dijital ortama taşıdı. T.C. Kimlik numaramız, bankacılık işlemlerimiz, e-Nabız sağlık kayıtlarımız, adli sicilimiz ve vergilerimiz artık fiziksel dosyalardan çok, sunucularda yaşayan "bit"lerden ibaret.
"Dijital amnezi" riski
Ancak bu devasa dönüşüm, bir "dijital amnezi" riskini de beraberinde getiriyor. Ulusal kimliğimizi oluşturan bu hafıza; nasıl ki hafızasını kaybeden bir birey nasıl ki benliğini yitirirse, dijital hafızasını kaybeden bir devlet de egemenliğini, kurumsal devamlılığını ve tarihsel meşruiyetini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.
Çünkü hafıza, bir ulusun kimliğidir. Hafızasını kaybeden bir birey nasıl ki benliğini yitirirse, dijital hafızasını kaybeden bir devlet de egemenliğini, kurumsal devamlılığını ve tarihsel meşruiyetini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Bu tehlike muhakkak her ülkenin başına gelebilir.
Belki daha henüz işin başında dijital hafızayı oluştururken oluşabilecek risklerden de bahsetmek gerek. Dijital hafızanın korunmasındaki ilk ve en temel sorun, henüz dijitale aktarılamamış fiziki hafızamızdır. Osmanlı Arşivleri Dairesi'ndeki yaklaşık 95 milyon belge ve 400 bin defterin sadece 30 milyonunun taranmış olması, hafızamızın üçte ikilik kısmının hala yangın, sel, yıpranma gibi fiziksel risklere veya basitçe zamanın çürütücülüğüne karşı savunmasız olduğunu gösteriyor.
Bu bahsettiğim belgeler, sadece tarihçiler için birer araştırma materyali değil elbette. Bu arşivler; Balkanlar'dan Orta Doğu'ya kadar geniş bir coğrafyanın tapu kayıtlarını, nüfus defterlerini, vergi dökümlerini ve hukuki kararlarını içeriyor. Bunlar, Türkiye Cumhuriyeti'nin uluslararası hukuk önündeki "miras senetleri" ve bölgesel iddialarındaki meşruiyet kaynaklarıdır. Dijitalleşmemiş her bir belge, potansiyel bir hak kaybı olarak gözlemlenebilir.
Asıl büyük risk ise hâlihazırda dijitalleşmiş olan ve her saniye büyüyen "yaşayan hafızamızdır." Bu hafıza, devletin sinir sistemidir: Vatandaşlık ve Nüfus Kayıtları (MERNİS, Tapu ve Kadastro Kayıtları (TAKBİS) Adli ve Vergi Kayıtları (UYAP, GİB), Finansal Kayıtlar gibi sistemler, devasa bir verimlilik ve hız sağladı. Ancak bu verilerin korunması, basit bir "yedekleme" işleminden çok daha karmaşık. Bu veriler; siber saldırılar, fidye yazılımları, donanım arızaları, teknolojik eskime (eski formatların okunamaması) veya içeriden yapılan sabotajlar gibi sayısız tehdit altında. Belki kötü senaryodan başladım ve neden bunlardan bahsediyorsun diyebilirsiniz. Ama geleceği analiz etmek için en kötü senaryoyu düşünmek zorundayız. Türkiye'nin, kritik dijital hafızasını geri dönülemez bir şekilde kaybettiği bir "Sıfır Günü" (Day Zero) hayal edelim. Bu, bir nükleer saldırıdan daha yıkıcı bir etki yaratabilir.
Dijitalleşelim derken, Mülkiyetin ve Ekonominin Çöküşü
Dijital hafıza kaybının en somut ve hızlı etkisi mülkiyet hakları üzerinde görülür. Eğer TAKBİS sistemi çöker ve geri getirilemezse, kimin hangi evin, hangi arazinin sahibi olduğu bilgisi "yok olur". Bu, modern tarihin en büyük kaosuna yol açar. İnsanlar mülklerini ispat edemez, devlet mülkiyet üzerinden vergi toplayamaz Banka kayıtlarının ve kredi kartı borç/alacak sistemlerinin silindiğini düşünün. Tüm finansal varlıklar buharlaşır, borçlar silinir. Bu, paranın ve güvenin anlamsızlaştığı, ekonomik sistemin tamamen durduğu bir "finansal kıyamet" demektir. Yatırım durur, ekonomi içe çöker.
Devlet Otoritesinin ve Egemenliğin Yitirilmesi, Devlet, verisi kadar egemendir.
UYAP ve adli sicil kayıtları olmadan, kimin suçlu, kimin masum olduğu, kimin hangi cezayı aldığı bilgisi kaybolur. Yargılamalar durur, hapistekilerin durumu belirsizleşir, hukuk devleti fiilen sona erer. Devlet, kimden ne kadar vergi alacağını bilemez. Maaşları ödeyemez, hizmet (sağlık, eğitim, güvenlik) sunamaz hale gelir. Devletin varlık nedeni ortadan kalkar. MERNİS sistemi çökerse, "kimin vatandaş olduğu" sorusu bile bir kaosa dönüşür. Devlet, kendi vatandaşını tanıyamaz hale gelir.
Devletler, geçmiş tecrübeleri (kurumsal hafızaları) sayesinde öğrenir ve gelişir. Deprem yönetmelikleri, salgınla mücadele planları, askeri stratejiler; hepsi geçmiş verilere dayanır.
Eğer bu veriler (örneğin şehir planlama verileri, deprem risk haritaları, sağlık veritabanları) kaybolursa, devlet "bunak" bir yapıya dönüşür. Aynı hataları tekrar tekrar yapar. Geçmiş projelerden ders alamaz, geleceği planlayamaz. Bu, stratejik bir körlüktür.
Gelelim tekrar Osmanlı Arşivleri'ne veya dijitalleşmiş kütüphanelere, müze envanterlerine. Bu verilerin kaybı, sadece bir grup belgenin kaybı değildir.
Türkiye'nin tapu senetleri olan bu arşivler kaybolduğunda, uluslararası arenada geçmişe dönük hak iddialarımızın (örneğin Ege adaları, Kıbrıs veya komşu ülkelerle olan sınır anlaşmazlıkları) yasal ve tarihsel dayanakları zayıflar.
Bir milletin müziğini, edebiyatını, sanat eserlerinin kayıtlarını silmek, o milletin ruhunu silmektir. Dijital hafıza kaybı, en sessiz ve en etkili kültürel soykırım aracıdır. Gelecek nesillere aktaracak bir "source code" (kaynak kod) kalmaz.
Dijital Kaleyi şimdi kurmak gerek
Türkiye, dijitalleşmeyi bir "verimlilik" aracı olmaktan çıkarıp, bir "ulusal bekâ" meselesi olarak ele almak zorunda. Sadece daha fazla tarayıcı almak veya daha büyük sunucular kurmak çözüm değil. Çözüm; "Milli Dijital Arşiv Stratejisi" oluşturmaktır. Bu strateji; verinin nasıl üretileceğini, nasıl saklanacağını, hangi formatlarda korunacağını, kimin erişeceğini ve nasıl bir siber güvenlik kalkanıyla korunacağını belirlemeli.
Dijital hafızasını kaybeden bir ülke; tapusunu, kimliğini, adaletini, ekonomisini ve en önemlisi tarihsel devamlılığını kaybeder. Gelecekte var olmanın yolu, geçmişin ve bugünün dijital imzasına sahip çıkmaktan geçmektedir. Bu notlarımı tarihe bir not düşmek olarak düşünün ve şimdiden bunları konuşalım ki toplumsal bilincimiz bize hareket gücü versin.
























